19 Kasım 2011 Cumartesi

Seyran..


Birde her esnaf senede bir kere kendi işçilerine bir seyran düzenlerlerdi. Böyle bir seyrana birkaç defa tanık oldum. Tabak esnafı arasında çok iyi bir tesanüt vardı. Çok dindar adamlardı. İşçilerini alır mesire yerlerinde onlara ziyafetler çekerlerdi. Gittiğimiz seyranlarda onlara çok rastlardım. Bunu toplu halde yapanlar olduğu gibi,her dükkan sahibi içinden geldiğinde işçilerini toplar bir baba şevkatiyle onları yedirir doyururdu. Tabii bu seyranların baş tatlısı da Hatay2ın milli tatlısı Künefeydi. Hemen çoğunlukla önce çiğköfte,arkasından da künefe gelirdi. Künefesiz,çiğköftesiz seyran,seyran sayılmazdı. Bunun dışında çarşı esnafı arasında birbiriyle iyi anlaşanlar seyran düzenlerlerdi. Bu şöyle olurdu. Bir iki dükkanın işçileri ve ustaları kendi aralarında anlaşır “Yarın seyrana gidelim mi?” diye birbirlerine danışır,çoğunluk gidelim derse bir komite kurulur,bunlar herkesten “Hörfene” toplar masrafları onlar yaparlar,seyranın intizamından,yapılan yemeklerin nefasetinden onlar sorumlu olurlardı. Bazı ustalarımız ve kalfalarımız bu konuda adeta uzman kişilerdi. Yaptıkları sıralar ve seyranlar dillerde dolaşırdı. Şen şakrak kişilerdi. Esnaf arasında bir tenasüd ve kardeşlik bağı oluşmuştu. Sanırım bu Lonca döneminin ve Ahilik’in bir mirasıydı. Her ne kadar çözülmüş isekte bu “Sıra ve Seyran”lar insanımızı bir araya getirdiğinden çarşı içinde bir birlik ruhu vardı. Hemen her gün bir arada olmak,bizi adeta bir ailenin bireyleri yapmış gibiydi. Biri hastalanacak olsa hemen biri görevlendirilir,para toplanır,doktora götürülür,ilacı alınırdı. Ölüm halinde yine para toplanır merhumun ailesine bir çıkın içinde gizlice verilirdi. Hayatın tüm zorluklarına rağmen böylesi bir dayanışma insanları birbirine bağlıyordu. İnsanlar arasında bir dayanışma ruhu kendiliğinden bir güneş gibi doğuyordu. Sevgi ve kardeşlik gönüllere böyle yerleşiyordu. Bütün bu olanlarda İslam’ın bir itici güç olduğunu vurgulamaya bilmem gerek var mı? Hemen herkes en azından cumasını kaçırmaz,tüm camiler Cuma günü tıklım tıklım dolardı. O Cuma günü hocaefendilerin vaaz ve nasihatlarını can kulağıyla dinlerler,hatta duygulanıp ağlarlardı. Halkın Fransızlara karşı bilinçlenmesinde bu hocaefendilerin çok büyük etkinliği olduğu bir vakıadır. Bazı haddini bilmezlerin saldırısına uğramaları maksatlıdır. İslam düşmanlığından kaynaklanmaktadır. Biz konumuza dönelim. Seyranların Antakya’lıların hayatında o zamanlar önemli bir yeri olduğunu vurguladık. Şimdi de “Sıra”lar hakkında sözedelim:Sıralar henüz örf ve adetlerimizin bozulmadığı,sinemanın toplumu etkilemediği dönemlerin önemli sosyal içerikli bir adetidir. Sosyal içerikli diyorum,çünkü insanların bir araya gelerek düşünerek eğlenmelerine,becerilerini ortaya koymalarına vesile olurdu. Aynı meslekten ve meşrebten insanlar,aynı mahalleden insanlar uzun kış gecelerini değerlendirirlerdi. Adından da anlaşılacağı gibi her grup her hafta sırayla bir ailede toplanırdı. Sırası gelen bir hafta içinde hazırlığını özenle yapmaya çalışır arkadaşlarına mahcup olmamaya olağan üstü bir çaba gösterirdi. Bir açığını yakalayacak olsalar bunu dillerine dolayacaklarını iyi bilirdi. Onun için her yapılacak yemeğin malzemesinin bolca olmasına ve lezzetli olmasına dikkat ederdi. Hatta,mahallede ün yapmış yaşlı hanımlardan en iyi oruk yapanlar o gece için rica edilir peylenirdi. Künefe’yi erkekler çoğu kez kendileri yaparlar,yapamayanlar evde bunu en iyi beceren birini görevlendirirlerdi. Kazara, künefenin peyniri sünmezse,yağı az konmuşsa “Bre hey herif. Sende bu işi iyi bilmiyorsun. İnsan söylemez mi? Peyniri beraber alırdık. Bugün Hüseyin efendi de çok güzel bir Hellüm peyniri vardı. Hele bir tereyağı gelmişti ayranı damlıyordu.” Çıkıştıkları olurdu. Etin iyisi,kimde,yağın,peynirin iyisi kimde bu iyi bilinmeliydi ki,yemekler lezzetli olsun. Kentte kim en iyi Künefe ve Oruk yapıyorsa bu şöhreti dilden dile dolaşırdı.
Sıralarda önde gelen özellik:Hem eğlenmek,hem öğrenmekti. Maniler,söylenirken en özlüleri seçilir,bilmeceler seçilirken düşünceyi ve zihni açacak olanlar tercih edilirdi. Şarkılar,türküler koro halinde söylenir,hatta ilahi ve kaside söyleyen ünlü sesi güzel kimseler baş tacı edilirlerdi. Maniler ve şiirlerle karşılıklı atışmalar,yarışmalar bile yapılırdı. Yüksük oyunları da bu gecelerin eğlenceleri arasındaydı. Bizde taklit yapan kişilere “Mezzekçi” derler. Yani iyi taklit yapan kimse demekti. Bu “Sıra Gecesi”nin ünlü mezzekçileri,hikaye ve fıkra anlatanları sıradan sıraya davet edilirlerdi. Pek çok “Nekre”ler arasında Abuali adında yaşlı bir zat vardı. Bunun şakalarına,taşlamalarına herkes gönüllüydü. Ona takılırlar,zorla söletirler,nasiplerini de alırlardı. Bunun dışında Mehmet Hariri gelirdi. Sıra gecelerinin baş tacı,bu gibi sözü sohbeti güzel olanlardı. Onların bulunmadığı gecelerin sönük geçtiği söylenir “Mehmet Hariri olacaktı ki görecektiniz. Milleti gülmekten kırıp geçirir, yaptığı taklitlerle,söylediği kasidelerle herkesi mest ederdi. Bu sefer tabakların sırasına sözvermiş İnşallah gelecek sıramızda onu da getireceğim. Evinin önünde nöbet tutar bir yere göndermem” derlerdi. Bu zat gerçekten çok şakacı,nekre bir kişiydi. Onu sevmeyen yoktu. Her dükkanın önünden geçerken “Hecci gel bir kahvemizi iç” diye davet edilirdi. Bazen işi olduğunu bahane ederek savuşmak istese de, kolundan zorla tutularak içeri buyur edilmek istenir,hatta yalvar yakar olunurdu. Böyle nazlı bir tavır alması adetiydi. Israr edilmesinden hoşlanırdı. Onun girdiği dükkan işi gücü bırakır onu dinlerdi. Onun olduğu meclisler bir neşe çağlayanı haline gelirdi.
Söz şiir’den,Mani’den,Kaside’den,İlahi’den açılmışken,Hatay’ın yetiştirdiği yörede ün yapmış Nafi Miskinoğlu’nun bir kasidesini buraya aktarmadan edemeyeceğim. Merhumun Antakya sevgisi coşkun bir çağlayan gibi dile gelmiş:
ANTAKYA’YA KASİDE
Bu Antakkiye şehri bir güzel şihir dilaradır.
Buna nisbetle Halep bir şehri sengistanı haradır.

Yeşil sahili bir ırmak geçer şehrin kenarından

Önü bir bahri hülya,arkası bir guhu sevdadır.

Geçerken el eder yer yer çınarlar,çeşmeler vardır.

Serindir gölgesi,hoştur suyu,pek neş’e bahşadır.

Yeşildir arz-ı,daim nur akar mavi semasından

Kızıl ufkunda akşam vakti bir volkan peydadır.

Bulutlar pembe bir ehram olmuştur şevahikte

Cebel-i Musa’sı amma galiba bişr Turu Sina’dır.

Değildir inleyen boş bir seda cevvelinde akşam vakti

Dolab-ı nehri Asi’nin eninin zikri Mevla’dır.

Gece ta subha dek sevda eser ufku hayalinde

Havayı dilküşası seteser meşhunu hülyadır.

Eder ihya dili uşşakı bir nim tebessümle

Ne dilberler vardır ki sanırsın Mesiha’dır.

Ne ahular esir etmiş ne ahu gözlüler vardır

Bu sahnın desti aşkı sahnai mecnunu leyladır.
Hatay’ımızın insanı doğuştan şair ruhludur. Düğünde, dernekte,köyde,kentte şiirler okunur,Mani’ler söylenir. Bizden önce yaşamış nice halk şairi gelmiş geçmiş Yunus misali. Çoğu ustaları Yunus gibi Hakka yakarmışlar,Gül dalına konan Bülbül gibi feryad etmişler… İsimleri bize ulaşanları hiç olsun buraya adlarını yazalım. Belki,birkaç mısralarını,beyitlerini de alırız. O engin gönül insanlarının inşallah ruhlarını yad etmiş oluruz.
Yukarıda Antakya medreselerinin ününden,yöredeki etkisinden de sözetmiştik. Dört yüz bin yıldan beri İslam dünyasına tanınmış alim ve Muhadisler,Fıkıhçılar,Şairler ve düşünürler yetiştiren Hatay’ın bu özelliği nereden geliyordu. Hatay’da dağ yeşil,ova yeşil,gök mavi,çağlayarak akan sular insanı şair yapmazsa ne yapar? İnsanımızın şakacı ve iyimser olması,içindeki sevgiyi dile getirmesi,coşkulu olması bu güzellikler içinde yaşamasındandır. Aşk söyletir,diye boşuna söylenmemiştir. Allah’ın yarattığı bu harika güzellikler karşısında yürekler nasıl konuşmaz? Nasıl dillenmez? Burada
“Dil odur ki, Hak’kı söyleye..
Yol odur ki, Hak’ka vara..” diyen Salahattin Eşli hatırlamamak olur mu? Bizde öyle ,öyle yapacağız. Dili Hakkı söyleyenleri hayırla anacağız. Hak yol’da yürüyenler gönül dolusu sevgimizi sunacağız. Onlara rabbimizden rahmet dileyeceğiz. Onların torunları olarak, sanırım bu kadar kadirşinaslık görevimizdir…
Adları ve şiirleri dilden dile bize kadar ulaşan çok eskilerden, önce divan şairlerimizden başlayalım. Antakya kasidesi beni öylesine duygulandırdı ki, bunu biraz açacağım. Hemşerilerimizden isimleri Taberi tarihine ve İbni Esir,Ebulfeda,Halep tarihi,Halep salnamesi gibi tanınmış eserlere girecek kadar ünlü olanları Van mısraları “Darb-ı mesel” gibi hala dillerde dolaşanlar var. Şehdi,Sabri,Şuuri,Münif,Sadık,Akif,Mehmet Sun’i,Şemsi,Yahya,Abdüssamed,Attarzade İzzet,Nazım şairlerimiz çok eskilerden..
19. y.y. ortalarından yaşamış ve 20. y.y. başlarına ulaşmış olanlardan Bereketzadelerden Refet Bey,Yahya Asaf beydir. Onları izleyenlerden Vedi Münir’le kardeşi Zübeyr (Karabay) ve Nafi Miskinoğlu en ünlüleridir… Bu sonuncu kuşak,”Teceddüd Eedebiyat”ının Hatay’a yerleşmesinde rolleri büyük olmuş. Onları izleyen, bir çok genç şairin yetişmesine öncülük edenlerden.

Asude geçen zamanım...


En asude geçen zamanım, her halde hocada okuduğum günlerdedir. Hayatın güzelliklerini gördüğümüz yaşımız, bir yağmur damlası kadar saf olduğumuz ilkokul çağımızdır. Endişe ve korkulardan uzak, yaşama bilincinden uzak o yıllar ne güzeldi. Yada bize öyle görünüyordu. Hayatın içindeki çirkinlikleri değil de, güzellikleri görüyor olmalıydık. Zalimleşen insanları değil, şevkatli olanları görüyorduk o yaşlarda. Bir hacı Asiye kadın vardı. Bana bir Kuranı Kerim hediye etmişti. Bende indirdiğim hatimi onun ölülerinin ruhuna göndermiştim. Beni Basıka köyüne davet ettiydi. Hocamdan bir izin koparmak için amcamı ricacı göndermiştim. İzin çıkınca ver elini Baslıka köyü. İncir ve üzümlerle donanmış bahçeleri ilk defa orada gördüm. Hele her biri bir ceviz ağacı büyüklüğünde armut ağaçlarından, sarkan armutlar çok hoşuma gitmişti. Köye giderken giydiğim bir kasket yüzünden köyün hocası beni azarlamıştı. Ben ne bilirdim böyle olacağını? Orta ve liseli öğrenciler o zamanlar bu kasketleri giyiyorlardı. Türkiye’de giyildiği için Antakya’da da giyilmesi moda olmuştu. Ortasında da bir meşe yapraklarından ay yıldızlı bir arma vardı. Hocaefendi elindeki bastonla başımdaki bu şapkayı itti ve “ çıkar at başından şu gavurun şapkasını!sen Müslüman değil misin?” dedi. Ama ben şaşırmıştım. Kimse bana böyle bir şey söylememişti.”Elhamdülillah Müslüman’ım! Günah olduğunu bilmiyordum” dedim ve hemen çıkarttım başımdakini. Bir daha da giymedim. Hocamız Enver efendi bize hiçbir şey anlatmazdı. Sadece ders verirdi. Hatta ben camiye vaazlara merak sarmıştım her Cuma Habibinneccar camiine yada, yeni camiye gider vaaz dinlerdim. O zamanlar bembeyaz sakalıyla çok sevdiğim bir müftü vardı eşraftan biriydi. Vaazları çok kalabalık oluyordu. Belki, fazla bir şey anlamıyordum,ama,ruhuma bir şeyler doluyordu. Hocam bunu görünce “ne anlıyorsun bu vaazları dinlemekten? Neden gidiyorsun?” diye soruyordu. Ne garip değil mi? Sadece okumayı yazmayı öğretmekle görevinin bittiğini sanıyordu. Bunun acısını çekeceğimizi,bilinçlenmeden yaşamanın çelişkilerini , İslam’a ters tavırlar içine gireceğimizi nedense akıl edemiyordu.benim 40 yılımın hesabını vereceklerden birisi de bu hocamdır.. Belki, günde yarım saat bize bilinç verecek ders verseydi 40 yılımı bir sürü yanlış düşünce ve ideoloji’ye yardım ederek geçirmeyebilirdim..
Evet:ne diyorduk? Seyranlar… Belki,bugün bu seyranlar çoktan unutulup gitmiştir. Bizim çocukluk dönemimizde bütün canlılığıyla yaşanıyordu.
Bu seyran yerleri : Kazıklı - Kiliseönü - Alven Bahçeleri - Soğuksu - Curunalem - Bürke - Habibinneccar Türbesi (Dağdaki) - Şeyhhasan (Amıkta) Avratlar çayı - (Bugünkü Armutlu Mahallesi Parkının İlerisindeki Çay) Orabi - Harabarası - Bedevi(Yüz evlerin olduğu yer) - Harbiye (1938’lerden sonra) rağbet gören yerlerdi. Her Cuma, halk buralarda yapılan seyranları önceden duyduğu için hal ve vaktine göre hazırlanır , yiyecek ve içeceğini hazırlar,sabah erkenden yola çıkardı. Özelliklede bir çok seyranlar “Adak” olarak yapılırdı. Bu seyranlar,başta Habibinneccar,Kazıklıdede,Orabi türbesi,Şeyhhasan türbesi gibi yerlerde adak olarak adanırdı. Adağı adayan kendi yakınlarını davet eder onları ağırlardı. Buralarda adağı olanlar ta kıştan “Kele bacım. Bu sene benim oğlanın adağını yapıcım. Haberiniz olsun. Hepiniz davetlisiniz” diye duyurmaya başlar, bunu duyan kadınlar canlı gazete gibi bunu kente yaymaya başlarlardı. Bunu duyanlardan aynı yere adağı olanlarda o günü tercih ederler,onlarda bunu yakınlarına duyurmaya başlarlardı. Böylece baharın en güzel bir gününde türbe bir panayır yerine dönerdi. Bir taraftan kazanlar dolusu,pirinç aşı,bulgur aşı,tencere kebabı,kabak oturtma,kabak musakka pişirilir üşenmeyenler etli aşir bile yaparlardı. Bir taraftan da çiğköfteler,sarmaiçi’ler yuğrulmaya başlardı. Herkes kendi tayfasıyla bir sofra kurar,bazen bu kafi gelmez,birkaç sofra birden kuranlar olurdu. Arkadan gelsin Künefe’ler,Sakal kıran’lar,Cevizli kadayıf’lar,Ağızlı kadayıf’lar,Telleme’ler. Bunları kapışa kapışa yemenin tadına doyumu olmazdı. Bu seyranlara halk rağbet ederdi. Ekabir takımı buna tenezzül etmezlerdi. Ama, halkın bu biçim eğlenmesine ve keyf etmesine de gıpta ederlerdi. Çoğu iştahsızlıktan yakınan zengin takımına mukabil halkın iştahsızlıktan yakındığı görülmezdi. Çünkü bu ziyafetler,bayramdan bayrama,seyrandan seyranaydı. Sair günler gelsin çökelek salatası,gelsin biber salatası,akşama bulgur aşı.. Mevsime göre meyveler tabak tabak dizilirlerdi sofraya. Bütün bir kış tandırın etrafında toplanır,baharın yapılacak olan seyranları konuşur,henek ede bu seyranları düşlerdik. Bu seyranlar çocukluk dünyamızı renklendirirlerdi. Sanki bizim için bayramdı. Çocuklarla oyun oynamak bizi ayrı bir dünyaya götürürdü. Bütün bir kış,beşparmak yağan yağmurun bizi evlere hapsetmesinin acısını çıkarırdık. Zeytin ağaçlarına kurulan salıncaklara yalınız çocuklar binmez,kadınlar da buna rağbet ederlerdi. Adakların dışında baharın gelmesiyle bir süre kilise önü ana-baba gününe döner,bütün kent buraya taşınır,ağaçların altında oturacak yer kalmazdı. Buralara ailecek gelenler olurdu. Kadınlı-erkekli. Her aile bir ağacın altını tutardı. Bu gibi mesire yerleri ancak tatil günü şenlenirdi. Sair günlerde isteyen “Ehl-i Keyf”ler her akan suyun başını mesken edinirlerdi…Sükunet isteyenler, Habibinneccar dağının eteğindeki zeytin bahçelerini yeğlerlerdi. Dağdan ovanın yemyeşil manzarasını seyrederek akşam yemeklerini yerler,evlerine neşe içinde dönerlerdi. Daracık evler ve sokaklardan kurtulup yeşillikler arasında geçen bir gün bize bir hafta yeterdi. Dükkanda kalfalar birbirine sorarlardı “Dün siz neredeydiniz?””Biz mi?Biz,emmigilin bahçasındaydık. Sorma incirlerde olmuş ağzınıza layık. Kiseciklilerde iyi adamlar. Herkes bizi ağırlamak için çalıştı. Bakçadan bakçaya gezdik. Hele bir subaşı var mubarek abıhayat. İçtikçe yediriyor. Üstüne bir de çiğköfte yaptılar,deme gitsin. Ayıp olmasa her hafta köye gidicim. Ya sen nere gittin?” “Biz bekar adamık. Arkadaşlarla lafutuyu arşınladık” derler,bazanda hayallerindeki şeyleri abartarak sahiciymiş gibi ballandıra ballandıra anlatırlar,biz çıraklara caka satarlardı. Bizim inanarak dinleyişimiz hoşlarına giderdi.

Çıraklık dönemi


1937 sıralarıydı, mobilya çalışanları ücretlerinin azlığından yakınıyorlardı. Sonunda bir karar alındı. O zamanlar her ne kadar sendika falan yoksa da gizlice işçiler gece bir evde toplandık. Toplantı bizim evin arkasında geniş bir evde yapıldı. Kimseler konuşmayınca, ben atıldım “arkadaşlar, ustalar hakkımızı yiyor!iki senedir çalışıyorum. Aldığım haftada 15 kuruş. Eğer direnirsek bu haksızlığı önleriz.” Bu benim konuşmalarımdan cesaret alarak birkaç kişi daha konuş neticede grev yapmaya karar verdik. Ertesi günü işe gitmedik. Ustalar pek telaş etmiyor görünüyorlardı ama,grevimizi bozmak için el altından çalışıyorlardı. Hatta bir de toplantı yaptılar. Birde baktık ki, büyük kalfalardan bir kaçı iş başı yapmış. Bunu gören diğerleri de teker teker işbaşı yaptılar.ta o zamanlardan insanların şahsiyetsizliklerine şaştım kaldım. Halbuki hepsi söz vermişlerdi. “Sonuna kadar birlikte dayanacaktık” istediklerimiz:ücretlerin adil bir seviyeye yükseltilmesi ve sabah saat 8’de işbaşı, akşam saat 7’de paydos gibi tabi haklarımızdı. Ortada bir ben kaldım. Sanki sadece ben başkaldırmışım gibi,hedef ben oldum. Ustam babamı buldurmuş “Kamil çavuş seni sever sayarız. Ama,oğlun ortalığı karıştırmasın. Gelsin işbaşı yapsın.”demiş. babam bana çıkıştı “haydi yarın işbaşı yap!” yapacak bir şeyi olmayan insanların sıkıntısı içinde gittim işbaşı yaptım. Ustalar bana hep düşman gibi bakıyorlardı. Selamımı bile durgun alıyorlardı. Meğer, benim yaptığım konuşmayı gelip ustalara yetiştiren bir ajan varmış. Bir gün çalışırken terledim, biraz nefes alayım diye dinleniyordum. Ustam da arkamda imiş. Hemen yetişti enseme bir tokat indirdi “ustalar demek hakkını yiyor öyle mi?haydi çalış. Niye duruyorsun?” diye bir hayli söylendi. İçimden bir isyan dalgası geldi geçti. Yüzüne karşı haykırmak geldi içimden. Ama, boşta kalmak vardı işin içinde. Ya da sanatı değiştirmek. İlk girdiğimde 1 frank haftalık vermişti. Sonra Abdurrahman isminde bir çırak daha geldi. İkimizi çağırıyordu “alın buda sizin” diyordu. O zamanlarda bile bu 5 kuruşun yarısı yüz paraya bir sinemaya bile gidemiyorduk. Etraftan bunu duyanlar hayret etmişti. Haftalık yüz paraya,evlerine koş,dükkanı erkenden gün doğmadan aç,temizle,tutkalı ısıt hazırla. Kalfalar geldiğinde tutkalı eritmediğimizi görünce onlardan birde azar işit. Yukarıdan aşağıya örülmüş bir zulüm zincirinin içinde bir şey yapamadan kıvranmak bizim kaderimiz miydi? Ta o zamanlardan ruhuma bir yara açılmıştı. Her yerde haksızlığa bir isyan, bir direnç yer etmişti. Ama, sonunda hep yenik düşen ben oluyordum. Ustamı hiç sevmedim,yengelerimi çok severdim. Bir anne gibiydiler, ustam iki evliydi. Hele çocuğu olmayan Nazime yenge beni bir evladı gibi severdi. Kuma olarak üstüne getirdiği kadından ustamın birkaç çocuğu oldu. Buna dayanamayan Nazime yenge birkaç sene sonra kahrından öldü. Allah rahmet eylesin.
Çocukluk anıları deyince akla neler gelir? Yıllar geçtiği halde hala unutamadığımız anılarımız vardır. Sünnet düğünleri ,Seyran’lar, Güveyi Cemiyetleri , Ramazan oruçları, Bayramlar, Teravih namazları , Kış geceleri “ Sıra”lar, akşamları evimizin yanındaki Köşe başında çocuklarla Gülle ve aşık oyunları, koşular. Bayramları el öperek harçlık toplamalar, Karagözler ve sonunda sinemalar. Hepsi çocukluk anılarımızın içinde dipdiri duruyor. Adeta canlı gibi. Sanki dün yaşamışız gibi.. Bu satırları ancak 57 yaşında kaleme aldığım şu sıralarda BİL onu yeniden yaşıyor gibiyim. Sanırım insanı insan yapan özelliklerden birisi de ömür boyu unutamadığımı acı-tatlı bu anılardır. En ufak bir olay bile “Hafıza bandımızda” canlı gibi durmaktadır. O eski günleri düşündükçe bazen içimde bir şeylerin “Cız “ dediğini duyar gibi olurum. Sonunda gençlik yılları,sanat hayatım, Fransızlara karşı yaptığımız mücadeleler, hepsi bir bütünlük içinde yerlerini koruyorlar. Birbirlerinden ayrılmadan bizimle birlikte yaşıyorlar. Geçmişte bıraktığımız her şey orada o anılarımızın içinde. Hata ve sevaplarımızla birlikte yaşıyoruz. Hatalarımı anılarımdan silmek istiyorum. Ama, bu mümkün olmuyor. Keşke güzel olanları kalabilseydi anılarımızın. Çoğu kez bunu düşünmüşümdür. Nolsaydı da güzel olan, iyi olan kalsaydı. Kaybettiklerimizi değil de kazandıklarımızı anımsayabilseydik? Yalnız kaldığımızda en çok bizi rahatsız edenler yitirdiklerimiz değimli? Neden? Niçin? Diye diye içimizi kemiren pişmanlıkları keşke hiç anımsamasak ama, bunda da Rabbimizin bir hikmeti var. Hem de pek çok..

Mutlak Oymacı olacağım


Biz konumuza dönelim..
Osmanlı yönetiminde azınlıkların özel okulları yoktu. Devletin zayıflamasından yararlanan azınlıklar,misyonerlerle işbirliği yapara Kolej’ler açılmaya başladılar. Azınlıklar çocuklarını bu okullara gönderirken,yerli kozmopolitleşmiş ailelerde yavaş yavaş çocuklarını bu okullara vermeye başladılar. Devletimizin bu çöküşünde bu yozlaşmış kimselerin etkisi küçümsenmemelidir. Milli ve manevi değerlerden yoksun olarak yetişen bu nesil,her yerde kendi insanına ters düşmüş,bir asalak olarak ülkeyi sömürenlerle işbirliği içine girmekten çekinmemiştir. Yıkılışımızın kaynağında bu da vardır. Bunları burada vurgulamamın bir çok nedeni var. Manda yönetiminin zulmüne uğramış bir ailenin evladı olarak bir diplomaya sahip olamamak önde gelir. Babamın kendini feda edercesine manda yönetimine karşı çıkması ve hapse atılması,benim resmi okula gidemememin bir nedenidir. Herkes küpünü doldururken,bizim aile yoksul kaldı. İçimde hala okuyamamamın bir sızısı yatmaktadır. Çocukluk hayallerim hep yeşermeden kurudu. Çevremizdeki ailelerin çocuklarına hep gıpta ettim. Bu bir kıskançlık değildi. Onlar gibi okuyabilmeyi düşledim durdum.peder hapisten çıktığında çok yalvardım “baba nolursun,beni okula ver” babam nedense buna hiç yanaşmadı. Belki, maddi imkansızlık,beklide medresede öğrendiklerimi yeterli buldu. Bir gün yine ısrar ediyordum “bre oğlum yaşın geçti. Hoca’da öğrendiklerin sana yetmiyor mu? Ne yapacaksın? Okuyupta minbere mi çıkacaksın?bu kadarı yeter”.çoğu kimselerin hiç okuyup yazması yok. Sen hiç olmazsa ,yazıp okuyorsun. Seni istediğin mesleğe koyacağım. Seç bakalım. Terzilik mi istersin,Neccarlık mı?”
Anladın ki,ısrar etmenin hiçbir faydası olmayacak. Çaresiz bir meslek seçmeye başladım. Terzilik isteyecek oldum “herkes hazır elbise giyiyor. Aç kalırsın” dediler. Bende rahat kolay olsun diye, bu defa “berber olmak istiyorum.” Dedim. Dememle birlikte kaşlar çatıldı,”hayır olmaz” dendi. Bu defa,annemde buna katıldı. Kala kala kunduracılık veya marangozluk kalıyordu. Kunduracılığıda onaylamadılar. “Kunduracılar çok içer. Çoğu kabadayılık peşinde. Emmi reşit’i görmüyor musun? Ya garip usta? Oda olamaz” dediler. Bize de marangozluk kalıyordu. Nasibimiz oymuş. Yıl 1936 idi..
Bu sıralarda on yaşındaydım. Mahallemizde oturan Ömerağa çeşmesinin ve sokağının üstüne beton atarak ev oturtan Urfalı Şemsi usta’ya çırak verildim. Dükkanı Ulu cami’ye çok yakındı. Karşısında bir Gaziantep’ten kaçarak buraya yerleşen Ermeni Yakup efendinin eczanesi vardı. Dükkanın sol köşesinde de Suphi Genco’nun atölyesi vardı. Onun üstündeki eski bir ev’de de,Ömer ustanın atölyesi vardı. Bir süre sonra Naci ve Mazlum kesen ustalarda sokağın az ilerisinde bir evi tutarak atölyelerini açtılar. Mustafa Kınay ustanın atölyesi de Dimitri’nin eczanesinin yanındaydı. O sıralar, mobilyacılık iyi bir gelişme göstermiş sayılırdı. Halep ve Beyrut mobilyacılıkta hayli ilerlemiş durumdaymış. Bazı zenginler bizim yaptıklarımızı beğenmezler,mobilyalarını Halep’ten ve Beyrut’tan getirirlerdi. Biz onların yaptıklarını hayranlıkla seyrederdik. Gerçekten de bizden ilerideydiler. Şemsi usta kendisi çalışmazdı. Şeyh köylü Kör Salahaddin ustayla iş ortağıydılar. Atölyede hiçbir makine yoktu. Her şeyi elle yapıyorduk. Lata’ları bıçkıcılar diliyorlar,istenilen kalınlığa göre çok düzgün kesiyorlardı. Bu bıçkıları nasıl tanımlasam?en kalın kütükleri bile ince tahtalar haline getirmekte hüner sahibiydiler. Bir kişi üstte,bir kişi altta öyle bir çalışmaları vardı ki,anlatmak kolay değil. Onları seyretmeye doyamazdım. Tempolarına hayran olmuştum. Bir saatin rakkası gibi bir aşağı,bir yukarı bıçkının gidip gelişi ve yerde toplanan talaşlardan etrafa yayılan ceviz veya çam kokusu mis gibi kokardı. Bıçkıcılık çok ağır bir işti. Onları gördükçe kendi işimizin zorlukları gözümde hafifliyordu. İstenilen kalınlıkta biçilen lataları kalıpla çizer, mengenede keserdik. Bu en ağır işlerden biriydi. Çizme işini fire vermemek için Salahaddin usta bizzat kendisi yapardı. Yapılacak koltukların kalıplarını da katalogdan kendisi çıkartırdı. Bu maharet isteyen bir işti. Onu dikkatle izlerdim. Benim kendisini izlememden hoşlanır, bana bilgi verirdi. Onu çok severdim. Çok iyi kalpli bonkör bir insandı. Çırakların bir görevi de ustaların ev işlerine bakmaktı. Yani,işimiz iki yönlü idi. Bazen kalfaların evine,bazen ustaların evine günde birkaç kez gittiğimiz olurdu. Henüz yani çırak girdiğim günlerdeydi, Salahaddin usta bir sepet kara incir almıştı. O zamanlar kentin çevresi hep incir bahçeleriyle dolu olduğu için incirlerin sepeti 5 kuruştu. Usta beni çağardı “al bunu bizim eve götür. Yolda da yiyebildiğin kadar ye” dedi. İnciri çok severdim. Yolda giderken bir taraftan da yiyordum. Ustanın evi Selamet mahallesindeydi. Köprübaşından lisenin yanındaki futbol sahasının karşısına düşüyordu. Eski belediye reislerinden Kel Süreyya’nın evinin arkasına düşer. Süreyya beyin evinin yanı da incir bahçesiydi. İncirleri görünce dayanamazdım. İncir zamanı usta beni eve göndersin diye gözünün içine bakardım. Bahçesinin bekçisi de vardı. Adam oldukça meraklıydı. Her çeşit meyve ağaçlarıyla donatmıştı bahçesini. Ağaca çıkmasını iyi bilirdim. Altında durmaz hemen ağaca tırmanırdım. Ondan sonra ye memet ye.. hani eve incir sepetini götürmüştüm ya, ertesi günü usta beni çağırdı “sana bir şey soracağım. Merak ettim. O kadar inciri sen mi yedin? Yoksa arkadaşlarına mı yedirdin?”şaşırmıştım. gerçekten de ben yemiştim. Ama, ben yedim dersem,o kadar inciri yediğime anlaşılan inanmayacaktı. Çünkü sepeti yarıya indirmiştim. Çocukluk mantığı hemen aklıma bir yalan geldi “yolda giderken top oynuyorlardı?onları seyrederken sepete top çarptı,döküldü.” Deyince “ha,yahu. Bende o kadar inciri bu çocuk nasıl ye,diye şaşırdım. “ dedi. Ben içimden sevindim. O oldu,usta bir daha incir aldığında bana “ye” demedi. Gözü korkmuştu adamın. Sonraları biz eskimeye başladık. Yeni çıraklar geldikçe ağır işleri onlara yaptırırdık,biz ense yapardık. Dükkanımızın bitişiği eskiden sabunhaneymiş. Bizim zamanımızda pek çalışmıyordu. Sabunilerindi. Baktılar ki boş durması iyi değil yavaş yavaş sağından, solunda, kıyısından,köşesinden kiraya vermeye başladılar. Keresteciler, doğramacılar tuttular. Şimdi mobilyacılar çarşısının en kalabalık bölümü teşkil etmektedir. Tutkalları sokağın içinde eritirdik. Halk bizi belediyeye şikayet ederdik. Bir süre sonra biz yine bildiğimizi okurduk. Bazen iyi yakamaz, etrafı dumana boğardık. En sevmediğim iş sistire ve zımpara işiydi. İlkin bunları öğrendik. Sonraları cila işlerini öğrenmeye başladık. Cila işini çok severdim. Mat bir yüzeyi giderek parlatmak hoşuma giderdi. Birde,cila işlerini Ulu cami’nin avlusunda yapardık. Tüm çarşı hava açık olduğu zaman cila işlerini burada yaptırırlardı. Toz yoktu. Zaten dükkanlarda dardı. Ya sokakta, yada camide yapardık cila işlerini. O sıralar adeta bayram ederdik. Komşu çıraklarla ahbaplık etmek vardı işin içinde. Birde, aramızda yarışırdık. “ben senden ustayım. Bak benim yaptığım daha parlak. Sen daha bir fırın ekmek yemelisin” der,arkadaşlarımızı kızdırırdık. Bazen iş büyür ustalarımız işe karışır,hakem olurlardı. Suphi Genco ustada çalışan bir “ deve Mahmut” vardı. Çok haylaz bir gençti. Bizden büyüktü. Sık sık dükkandan kaçar,gelmezdi. İşte o zaman Suphi ustayı görmeliydiniz? Koskoca delikanlıyı bağırta bağırta falakaya yıkar eşek sudan gelinceye kadar döğerdi. Herkes seyre toplanır,kapının önü ana,baba gününe dönerdi. Bu defa toplananlara döner “ne bakıyorsunuz bre. Ayı mı oynatılıyor. Yalla siğirdin” diye çıkışırdı. Bazen elindeki sopayla gitmeyenler olursa üstlerine yürürdü. Ama,deve Mahmut bu dayaklara rağmen birkaç gün sonra yine sırra kıdem basardı. Onun gelmediğini dükkandan kaçtığını görünce ertesi günü kopacak kıyameti merakla beklerdik . yan gözle Mahmut geldi mi, gelmedi mi, diye bakar, adeta gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Mahmut’un bu haşarılığına karşın babası ,namazında,niyazında sessiz bir insandı. Meydanda zahirecilik yapardı. Sonraları, Mahmut memleketin namlı bir kabadayısı oldu çıktı.
İlk zamanlar eski lonca devrinden kalma bir adet vardı. Sabah duası… bu duayı her sabah dükkanlar açılırken, çarşının ortasına duran bir usta yapardı. Çoğur, çiçekbozuğu bir adamdı. Onun güneş doğarken yaptığı bu dua beni çok etkilerdi. İlkin “euzu besmele” çeker, arkasından Arapça bazı dualar okurdu. Bazı dükkanlarda da asılı birkeç levha bulunur , buralarda çoğunlukla “her seher besmeleyle açılır dükkanımız/habibinneccar pirimiz üstadımız” veya “el-rızki teallah” vs. yazardı. Çarşımızın birde “yiğitbaşısı” vardı. Her mesele ona danışılır, problemleri o çözümlerdi. Ak sakallı şişmanca ,yaşlı bir adamdı. Hariri ailesinden tatlı bir ihtiyardı. Masmananın yanında dükkanında yüksekçe bir yerde minderin üzerinde oturur,ğellesni bir yastık kullanarak öğleyin şekerleme yapardı. Onun o tatlı hali hala gözlerimin önündedir. O da son Osmanlı gibi çekilip gitti. . Allah rahmet eylesin..
Antakya esnaf ve sanatkarlığın bolluğuyla ün yapmış bir kentti. Halkın çoğu esnaftı. Her meslekten insan “en iyisini yapmak” için yarışırdı. Kunduracıların,terzilerin,marangozların(Neccar) içinde şöhreti dillerde dolaşanlar vardı. Bizim içinde en sanatkar insan çökelekçi Mustafa (Kınay) ustaydı. Çok titizdi. Sonraları Naci Heser usta şöhret oldu. Çok dinamik ve zeki bir insandı. Kardeşi mazlum ustayla Adana’da uzun zaman kalmışlar sanatlarını ilerletmişlerdi. Geldikleri zaman yaptıkları yenilikleri hayranlıkla izlerdik. Bizim atölyede çoğunlukla “köylü işi” denilen üstü sorguçlu basit oymalı aynalar ve 120’lik dolaplar (Gardrop) yapılırdı. Bazen seri halde masif koltuklarda yapardık oymaları Salahattin ustayla onun yetiştirdiği Osman saplama kalfa yapardı. Onların oyma yapışlarını dikkatle izler öğrenmek isterdim. O zamanlar çıraklık uzun bir zaman alırdı. Hemen gelir gelmez adama her şeyi öğretmek yoktu. Bazen canıma tak ediyor, babama “ baba beni usta şemsinin yanından al. Ya Naci ustaya yada Mustafa Kınay ustanın yanına koy” diye yalvarırdım. Babam Salahattin ustayla iyi anlaşıyordu. Ona söylüyordu. Ama pek değişen bir şey yoktu.
Bu sıralarda oymacı Ekrem usta diye birisi çıkageldi. Oyma üzerine gerçekten sanatkardı. Kısa zamanda ünü çevreye yayıldı. Arbesk sehpa takımı yapıyordu. Bu takımlar on altı köşeliydi. Kufi yazılarla ve arabesk denilen hendesi (geometrik) şekiller hayranlık uyandırıyordu. Hangi atölyenin işini almışsa o atölye ona dükkanında bir yer gösteriyor, Ekrem ustada özel oyma tezgahını oradan oraya taşıyıp duruyordu. Nerede çalışıyorsa bir fırsatını bulup onun nasıl oyma yaptığını görmek istiyordum. Ben yanına gelince hemen elindeki İskarpela’yı bırakıyor,beni sölrle oyalamaya bakıyordu. Sanatını öğrenmemizden korkuyordu. Buna rağmen ben ve başkaları ondan bir şeyler kaptık. İş pratiğe kalıyordu. Baktı ki sanat elden gidiyor, bir ev tuttu orada çalışmaya başladı. Ama, unuttuğu bir şey vardı. “göz hırsızdır. Çalar.” Diye boşuna dememişler. Sağda solda ona taklit rakipler türemeye başladı. Ben bile fırsat verilse oyma yapabilirim gibi geliyordu bana. Nitekim kafama koymuştum “Mutlak Oymacı olacağım” diyordum.

İLK HOCA’YA BAŞLAYIŞIM..3



Bu camii ve mescidlerin dışında
Her mahallede tanınmış kadın hocalarda kendi evlerinde kız çocuklarına ders verirlerdi. Örneğin benim ilk gittiğim Canan hoca. Çağıllık mahallesinde Havva hoca gibi… Allah hepsine rahmet eylesin.
Bu camii ve mescidlerde ders veren hükümetten her hangi bir yardım görmezler, öğrencilerinden aldıkları haftalıklarla geçinirlerdi. Buna “Hamislik” derlerdi. Cuma günü tatil olduğu için olacak. Bizim zamanımızda gün adları Arapçaydı.
Sayalım Cuma: Sept-Ahad-İsnayin-Telata-Erbaa-Hamis. Hamislik’te buradan geliyordu. “Şimdi hala böylemidir?”diyenleriniz olabilir. Eskiler hala bu alışkanlıklarını sürdürüyorlar. Ama, yeni yetişenler hemen Anadolu’ya uyum sağladılar. Hatay’ın Kültür hayatından söz ederken Laik resmi okulları da anmamak olmaz. Fransız Manda idaresi her fırsatta Türk Kültürünü baltalamayı amaçlamıştır. Bir tarafta Sıbyan mektepleri,diğer tarafta resmi okullar birbirleriyle bir zıtlaşmanın içine itiliyorlardı. Halk Dini eğitimi yeğliyordu ama, burada okuyanların her hangi bir sertifika bile verilmiyordu.yani burada okuyanlar hiçbir işe girme şansına sahip değildi. Sadece okuyup yazmayı öğreniyorlardı. Resmi okulların ders kitapları çoğunlukla Türkiye’den getiriliyordu. Ama ,getirilen kitapların içindeki Milli nitelikteki yazıların çoğu kopartılıyordu. Ancak,özel yollardan gelen kitaplardan yararlanıyorduk. Türkiye’de Latin harflerinin kabulü ile ortaya yeni bir problem çıkıyordu. Ders kitaplarını nasıl temin edecektik?. Bazılarını mahalli matbaalarda bastırmak kolay bir iş değildi. Bazı kitaplar Halep ve Şam’da İslam yazısıyla Türkçe olarak bastırıldı. Ama, bir sürü imla hatalarıyla… Bir kısım aileler çocuklarını Adana’ya veya İstanbul’a gönderiyorlardı. Tabii bu imkanı bulabilenler. Türkiye’nin Manda idaresini zorlamasıyla, Türkçe eğitimin Latin harfleriyle yapılması kararlaşmıştı. Nitekim harf İnklabından (devriminden)bir hayli süre sonra Sancak’taki Türk okullarında da Türkiye’den getirilen kitaplar okutulmaya başladı. Düşününüz:bir tarafta Arapça, bir tarafta Fransızca, İslam yazısı, derken Latin harfleriyle Türkçe. Öğrencilerin halini tahmin etmek zor değil. İstilaya uğrayan yerlerdeki insanlarımızın halini bir düşünelim. Öğretmenlerin kalitesizliği yanında kasti davranışları öğrencilerde mecal bırakmıyordu. Bu yüzden nice gençler heba olup gittiler. Sırası gelince sosyal ve ekonomik yönden de nasıl bir sömürüye ve baskıya maruz kaldığımızı inceleyeceğiz. Rabbim tüm Müslümanları emperyalizmin dolaylı ve dolaysız zulmünden kurtarsın.
İlkokullar (iptidai mektepler) ilk önceleri 3 sınıf imiş. Sonraları 5 sınıfa yükseltilmiş. Ortaokullar , kız ve erkek olarak ayrı ayrıydı. Şeyh Ali camii ile Uzun çarşının başında eski bir konakta “Kız ortaokulu” vardı. Yüzleri peçeli olarak kendilerine mahsus özel bir giysileri vardı. Eski Sultani mektebi liseye çevrilmişti. Selamet mahallesindeydi. Habibinneccar camisinin yan tarafında (şimdiki yeni açılan cadde) bir erkek ortaokulu vardı. Bunların öğretmenleri ya Fransız, ya Ermeni, ya Hıristiyan yada Arap’tı. Tek Türk öğretmen vardı. Bunların çoğu yeteneksiz kişilerdi. Daha açık bir deyimle tam bir keşmekeş içinde yüzüyorduk. Bu durumdan manda idaresi hiç rahatsız olmuyor, bilakis Türk halkını her alanda geriletmeyi amaçladığı açıkça belli oluyordu. Fransa Ankara itilafnamesinde söz verdikleri hakları,açık açık çiğniyordu. Bu dönemde kendisine karşı bir direnişte olmadığı için, pervasızca ve küstahça Türk halkını ezmeye çalışıyordu.
Buna karşın azınlıklarla, Arap ve Alevi’lere her imkan tanınıyor, onları bize karşı güçlendirmeye çalışıyordu. Biz Türkler arasında bu taraf tutmalar bir bakıma faydalı oluyordu denebilir. Türklerde kendi aralarında bir dayanışma için olağan üstü çaba göstermeye ve örgütlenmeye başladılar. Frasız’ların taktiği “bir elinden verdiğini, öteki eliyle geri almaktı”. Onların işgalden beri giderek zulümlerini arttırmaları,bizim bilinçlenmemizi sağlıyordu. Yukarıda örf ve adetlerimize ve dini inancımıza saygılı olduklarını vurgulamıştım. Doğal olarak bu düşmanın bir stratejisi idi. İslam’a saygılı görünerek halkın sempatisini kazanmak ve sömürüsünü devam ettirmek. Türk okulları araç ve gereç yönünden ihmal edilirken, Arap okullarına bol kesenden ihsan’da bulunuyorlardı. Bu durum,uyanık halkımızın tabiidir kaçmıyordu. Gittikçe bir gerilime neden oluyordu. Tek kelime ile Türk’ten gayrı unsurlar sözbirliği ve işbirliği içindeydiler. Onların böylesine ,ilkel davranışları,Türk insanınıda aynıyla mukabeleye zorlamaktaydı. Osmanlı yönetiminde kardeşçe huzur içinde yaşayan bu insanlara ne olmuştu da , böylesine bir ırkçılık illetine tutulmuşlardı?. Emperyalistlerin işgal ettikleri yerlerde ayrılıkçı taktiği “Böl-Parçala ve Yut” ilkesine oturtulmuştu. Bu ilkel davranışlarını gizlemek içinde, halkı Milli benliğinden uzaklaştırma,kültürel,soysal ve ekonomik bakımdan geri bırakılmaktı. Batı müstemlekelerinde stratejisini bir yere kadar başarılı olarak uygulama alanı bulabildi. Müslümanların kendilerine has sezgilerini (İnsiyatif) hesaba katmamış olacaklar ki,halkı Müslüman olan ülkelerde,bu sinsi taktikleri bir sonuç vermek şöyle dursun, tersine işledi. Müslümanlar her yerde bilinçlenmeye ve direnmeye başladılar. Sonunda Asya ve Afrika’dan çekilmek zorunda kalan sömürgeler,giderayak her türlü kötülüğü ve tahribatı yaparak çekildiler. Kendi ruh köküne düşmen yozlaşmış batı hayranı bir nesil yetiştirdiler. Yönetimi bu kozmopolitlerin yani işbirlikçilerinin ellerine bıraktılar. Bu defada sömürülerini böylece sürdürmeyi deniyorlar. Ama,buda bir yere kadar. Şimdilerde, halkı Müslüman ülkelerde bir Diriliş nesli yetiştirerek devletlerini devralmaya başladı. Emperyalizmin bu hiç beklemediği bir şey. Ne ekti,ne biçti?

İLK HOCA’YA BAŞLAYIŞIM… 2


Neşidelerimizi hep Arapça ezberlemiştik. Ne anlama geldiğini bilmeden koro halinde söylerdik. Sesi güzel olan birileri varsa, o tek başına bir beyit okur, arkasındanda diğerleri koro halinde katılırlardı. En çok okuduğumuz neşide,”Kullul kulubi,ilel habibi. Ve mai şahidün ve kalilu.” Bunu öyle içten söylerdik ki , duyan kadınlar çoğu kez ağlarlar “Allah sizi ananıza,babanıza bağışlasın. Ne güzel okudunuz. Sesinizde bülbül gibi maşallah. Allah nazarlardan esirgeye,saklaya!” diye dua ederlerdi. Bizde bundan sevinir böbürlenirdik. Ev sahibi hali vakti yerinde biriyse bize şerbetler ikram eder,çoğu kez yemekte verirlerdi. Bu bizim için ziyafet olurdu. Zaten okulumuzun çoğu talebesi , fakir ailelerindendi. Biraz vakti olanlar çocuklarını “resmi mektep”lere veriyorlardı. Semt semt bu mekteplerden açılmıştı. Dersler Arapça,Fransızca,Türkçe olarak mecburiydi. Bizim oturduğumuz Ömerağa mahallesine en yakın ilkokul “katsal mektebi” idi. Bunun gibi Antakya’nın her tarafına serpiştirilmiş ilk ve orta okullar DA VARDI. LİSE Selamet mahallesindeydi. Her gün sokakta ellerinde çantalarıyla bu ilkokullara gidip gelenleri gördükçe . “bende keşke onlar gibi bu okullara gitsem. Gidebilsem!”diye içimden geçirirdim. Komşumuz sofu İbrahim efendinin çocukları M.Sit,Salih,Hayri ve diğer komşumuz eskici Bekir efendinin oğlu Osman da bu okullara gidiyorlardı. Açıktan değilse bile,içten içe, dini eğitim yapan mahalle mekteplerine itibar azalmıştı. Ancak,çok fakir olupta,çocuklarına defter kalem ve önlük alamayanlar gönderirlerdi. Onların muntazam önlüklerle kafileler halinde sokaklardan geçmeleri,hele başlarındaki öğretmenlerinin batı tipi kıyafeti, hele Frenk vari kravat bağlamaları çok ilgimi çekiyordu. İçimde onların bizden daha üstün oldukları yer ediyordu. İnsanın tabiatında bu var. Maddi üstünlükler,zenginlik telakki ediliyor. İnsanları etkiliyordu.biz farkında olmadan bir “Küçüklük Kompleksi”ne yakalanıvermiştik. Çocukluk etkisiyle onları kıskanıyordum. Bazı aileler yaz tatilinde çocuklarını dini eğitim yapan bizim okullarada gönderirlerdi. Dinini diyanetinide öğrensin isterlerdi. Çünkü her ne kadar resmi okullarda da din dersleri veriliyor idiysede, üç dilden yapılan öğrenim ağır geldiğinden,din derslerine itibar edilmiyordu.yani zoraki bir din dersi vardı. Resmi okullarda din dersi hocaları da kendilerini küçük görüyorlardı. Onları diğer öğretmenlerin karşısında bir eziklik içinde görüyordum. Bazıları Frenk vari giyinmeye özen gösteriyor,bazılarıda eskiden beri alıştığı önden yırtmaçlı ,beli kuşaklı entari ve cüppe giyiyordu. Tabi başında sarık serbestti. O zamanlar yönetim halkın kıyafetine ,örf ve adetine,dini inancına dokunmamıştı. Bu müstemlekeciliğin taktiği olmalıydı. Saygı gösterdiğinden değil de, çıkarı için böyle davranıyordu. Mahkeme-i şeriyye ve diğer kurumlar olduğu gibi bırakılmış,hiçbirinin yönetimine dokunulmamıştı. Kadılık müftülük eskiden olduğu gibi özerkliğini koruyordu. Hatta “Veladet-i Nebevi” yıldönümleri kutlamalarına resmi bir saygı gösterirlerdi. Her sene Hz. Peygamberimizin doğum yıldönümlerine özel bir ilgi gösterdiklerine tanık oldum. Ulu camideydim. O gün, orada “Veladet Kandili” vardı. Cami oldukça kalabalıktı. Hatta avluda bile yer kalmamıştı. Namazlarımızı kılmış, dua ediyorduk. Tam bu sırada Fransızların askeri borazan takımının sesi duyulmaya başladı. Biz caddeden geçiyorlar sandık. Caddeden tarafta bir kıpırdanma göze çarpıyordu. Derken önde bir Fransız generali, yanında Delege Doryo , askeri ve mülki erkan cami’nin avlusuna girdiler. Biz hayretle bakakaldık. Caminin avlusunda onları Kadı ve Müftü karşıladılar. Caminin içinde ayrı bir bölme halinde olan kadınlar mahfeline misafir ettiler. Ben dayanamadım. Çocuk merakı bu ya, onların oturdukları kısma gittim seyretmeye başladım. O bölmeye özel yıldızlı koltuklar yerleştirilmişti. Hepsi sırayla oturmuş huşu içinde okunan Kuran-ı Kerim-i ve Mevlid-i Şerif’i dinliyorlardı. Onlara düşmandım, ama , bu tavırları çok hoşuma gitmişti. Bir Fransız generali sırmalar içinde geliyor, Müslümanların Peygamberinin doğum yıldönümü kutlamalarına katılıyordu. Dinimize karşı zoraki de olsa, böyle bir saygı gösterilmesi ruhumu okşamıştı. Bu olayı hala unutabilmiş değilim. Biz yine konumuza dönelim. Dini eğitim yapan mahalle mektepleri pek çoktu. Hemen hemen, her cami de bir hocaefendi ilmi kariyerine göre talebe yetiştiriyordu. Caminin bir veya iki hücresi bu işe yetiyordu. Kimileri ufak çocukları, kimileride daha büyükleri yetiştiriyordu. Buna ortaokul diyebiliriz. Daha üst düzeyde tahsil yapmak isteyenler Halep veya Şam’a gidiyorlardı. Hatta Mısır’a cami ül-Ezher’e gidenler bile vardı. Bizim medresemiz ilkokul düzeyindeydi. Tam anlamıyla klasik bir biçimdeydi. Medrese tahsili olarak anılırdı. İnsanların yeniliğe olan meylinden olacak giderek etkilerini yitiriyorlardı. Yukarıda da dediğim gibi, bu medreselere ancak sofu aileler çocuklarını gönderiyorlardı. Batı tipi okulların Tanzimat la birlikte itibar kazanması karşısında medreselerde giderek önemini yitirdi. Ancak dediğim gibi kırık dökükte olsa varlığını korumaya çalışıyordu. Halbuki Antakya İslam yönetimine geçtiğinden itibaren İslami İlimler alanında bir merkez niteliğindeydi. Bu alanda Ülker çapında adını duyurmuştu. Şairler,Hatipler,(Vaiz) bir ilim merkezi olan Antakya’dan etrafa yayılmıştı. Çevre illerden de Antakya Medreselerine talebe geliyordu. Bunu hocalarımız bize yana yakıla anlatırdı. Habibinneccar cami’nin karşısında bir Zincirli medrese vardı. Yol açma bahanesiyle kapısında kalın bir zincir asılı olan bu tarihi yapıda bir çokları gibi yok edildi. Ülkenin her tarafından alimler gelirler munazarlar, mübaheseler düzenlerler ilim-irfan ve edebiyat aşıkları onları zevkle dinlerlermiş. Bunların son zamanlarına yetişmiş olanlar anlattıkça içimin sızladığını hissederdim. Her şey gibi, devletimizin zayıflayıp yıkılmaya yüz tuttuğu zaman , bu medreselerde bundan nasibini alacaktı. Nitekim de öyle olmuş.
Sırası gelmişken benim yetiştiğim dönemde hala yaşama savaşı veren camilerde eğitimlerini sürdüren eski adıyla ”Sıbyan Mektebi” kimliğinde olanların sayısını hatırladığım kadarıyla buraya alıyorum.
1-Yeni Camii 12-Devecioğlu Mescidi(benim okuduğum)
2-Ulu Camii 13-Nakib Mescidi
3-Ağa Camii 14-Sermiye Camii
4-Meydan Camii 15-Saha Camii
5-Habibinneccar Camii 16-Abdülgazi Camii
6-Mahremiye Camii 17-Kantara Camii
7-Şeyh Ali Camii 18-Sofular Camii
8-Şeyh Muhammed Camii 19-Şekercik Camii
9-Ahmediye Camii 20-Dutdibi Camii
10-Kastal Camii 21-Servilli Camii
11-Uçtum Mescidi 22-Selamet Camii

İLK HOCA’YA BAŞLAYIŞIM… 1


İLK HOCA’YA BAŞLAYIŞIM…
Fikriye ablamla birlikte gitmiştik. El ele tutuşarak,ta dördayak mahallesinde oturan canan hocaya kadar. Canan hoca,kız ve erkek çocukları beraber okutan ,uzak akrabamız olan bir kadındı. Erkek çocuk dedimse,bizim gibi daha 5-6 yaşında olanları. İki sene,yaz kış demeden gittik. Sonra beni evimize daha yakın olan Çağıllığın altında ,iplik pazarının hemen üstündeki bir mescidde talebe okutan Enver hocaya verdiler. Canan hocada pek bir şey öğrenememiştik. Sanki laf olsun diye gidip gelmiştik. Biz oraya gittikçe,evdekiler rahat ediyordu anlaşılan. Kimse,ne öğrendin bile demiyordu. Bizde hocaya gitmeyi cana minnet biliyorduk. Oradaki çocuklarla oyun oynardık. Bazen azarlandığımızda oluyordu. Uzun değnek,bazen birkaç kez inerdi yaramazların üzerine. Bir süre sonra yine itişip kakışmalar başlardı. Enver hoca öyle değildi. Çok sert,yüzü hiç gülmeyen bir “hocaefendi”ydi. Hepimiz ondan korkuyorduk. Bazı geç gelen ve ya sebepsiz gelmeyenleri hemen falakaya yatırıyordu. Bizden büyük koskoca gençleri bile falakaya yatırdığı oluyordu. Bu benim gözümü iyice korkutmuş olacak ki, bir yaramazlık yapıp falakaya yatmaktan çekiniyordum. Hoca da dövdüğü zaman çok şiddetli düğüyordu. Ben kısa zamanda “Elifba”yı öğrendim. Derken sureleri de sökmeye başladım. Evdekiler benim okuduğuma inanmıyor görünürlerdi. “biliyorsan hadi oku da görelim” derler beni kızdırırlardı. Bende cüzleri çıkarır öğrendiğim sureleri bir makam üzere okumaya başlardım. Ben böyle kasıla kasıla okudukça , annem “aferim. Maşallah benim oğlum akıllı. Okuyup hoca olacak” diyordu.nedense annemin, bu okuyup ta hoca olacak , demesinden hoşlanmıyordum. Zaman zaman öğle sonraları hocamız şekerleme yapardı. Oturduğu yerde uyuya kalırdı. O zamanlar bize gün doğardı. Kendi aramızda fısıldaşmaya başlardık. Bazen uyanır gibi olurdu. Biz hemen hiçbir şey yokmuş gibi derslerimize çalışmaya başlardık. Bizden ,daha büyükçe biri de kalfamızdı.onu kızdırmaya hiç gelmez,hemen bizi hocaya şikayet ederdi. Kimileri iltimas geçsin diye ona gizlice kuru incir verirlerdi. Tabi evinde kuru incir basabilenler bunu yapabilirdi. Bizim gibi bundan mahrum olanlar kalfaya kafa tutamazdı. Bilemediğimiz yerlerde kafamıza vururdu. Bazı çocuklar ona karşı gelir, onlarda ona vururlardı. İşte o zaman “gelsin falaka”. Ben falakadan çok korkardım. Bu yüzden oldukça uslu sayılırdım. Kışın mescidin bir odasında, yazın ise, avlusunda hasırların üstünde okurduk. Avluda bir dut ağacı vardı. Dut zamanı tıpır tıpır üstümüze düşerdi. Hocadan korkumuzdan görmemiş gibi yapar , hoca başka bir yere bakınca hemen ağzımıza yolcu ederdik. O zamanlar adetti,birincisi hac’dan döndüğünde,ya da birsinin erkek çocuğu dünyaya geldiğinde , “Neşide” için bize haber salardı. Hoca’ya hemen emir verir, yada “öğleden sonra gelin” derdi. Biz birileri gelipte bizi “Neşide”ye çağırdığında bayram ederdik. Pür neşe sıra olur yola koyulurduk. Ev sahibi zengin biriyse Neşidemizi ona göre okurduk. Bazı yaramazlar mahsustan falso yapar,kalfa tarafından hemen şiddetli bir çimdik yerdi. Canı yanan hizaya geleceği yerde inadına tekrar falso yapardı. Bunu yapanlar çoğunluk hali vakti biraz iyice olanlardı. Hoş bizim oturduğumuz semt “Tırhalli ,hepsi bir bir halli” takımından dı..
Babası olan , olmayandan daha güçlüydü. Hoca bile ,bu nazlı takımına biraz iltimas geçiyordu. Belki ,bana öyle geliyordu. Çünkü “senin baban ne iş yapar?”diye sorduklarında , ben çoğu zaman bir cevap veremezdim. Doğrusunu söylediğim zaman “vah vah. Bunun babası hapisteymiş” derlerdi. Ben onların bu alaycı lafları karşısında çok kızar “benim babam Fransız polisini vurdu. Gavurlarla döğüştü. Sizin babalarınız korkak. Benim babam Asım beyle, Hakkı beyle birlikte Fransızlara karşı harpetti” derdim. Bazen bunun etkisiyle beni rahat bırakırlardı. Bazen de mızıkçılık yaparlar,suçlu oldukları halde beni hocaya şikayet edip döğdürmeye çalışırlardı. Hoca hep, onları haklı görür , kulağımı bükerdi. Ağlamamak için gözümden yaşlar ininceye kadar direnir, hiç ağlamazdım. Her Perşembe günü “Hamislik” denilen haftalık ücreti getirmeyenlere hoca pek ses etmezdi. Çoğu çocukların babaları esnaftı. Paraları olunca hepsini birden verirlerdi. Bense ,babam hapiste olduğu için “Hamislik “getirmiyordum. Bunu bilen çocuklar,çok zalimleşiyorlardı. Hoca evine bir şey gideceği ve bir iş yapılacağı zaman beni gönderiyordu. Para verenleri değil. Bu beni etkiliyor olmalıydı. Git gide içine kapanık bir çocuk olmaya başladım.
Hocamızın çocuğu olmamıştı. Belki bize karşı sertliği oradan ileri geliyordu. Bir gün yine Neşideye çağırdılar ,biraz uzaktı gittiğimiz yer. Hoca efendinin kemal adında bir üvey oğlu vardı. Çok yaramazdı. Gittiğimiz evin Neşidesinden dönerken yolda bizi gören birileri “bize de gelirmisiniz. Bir çocuğumuz oldu.” Dediler . o zamanlar bende kalfalığa yükselmiştim. Ne söylediysem dinletemedim. Kemal, hocanın oğlu sayılırdı. Benim itirazıma “sen karışma. Ben babama anlatırım. Kızacağı yerde sevinir. Akşama oruk’la bir künefe yeriz” diye diretti. O bizden hayli büyüktü. Çocuklarda bu teklife gönüllü oldular. Haylazca başladılar. O evin Neşidesini söyledik. Dönerken bu kez, başka bir evden çağırmasınlar mı?. “Ben olmaz ,hocanın haberi yok. Hepimizi falakaya yıkar” dedimsede dinletemedim. Okula geldiğimizde azad vakti çoktan gelip geçmişti. Hoca bizi pür hiddet karşıladı. İleri gelen beş kişimizi bende dahil, falakaya yatırdı. İlk son defa falakaya yatmam budur. Sanki başımıza geleceği bilirmşim gibi itiraz etmiştim. Ama , hocaya bunu bir türlü anlatamadım. Kurunun yanında yaşta yanar misali bende yandım. Bu çok onuruma dokunmuştu. Hiçbir suçum olmadığı halde,haksız yere dayak yemek çok ağırıma gitmişti. Ertesi gün okula gitmedim. Bir ertesi gün daha. Baktım, hocam bizim evi bilen birini göndermiş. “hocaefendi seni istiyor” dedi. Gitmekten başka çare yoktu. Hocama karşı gelemezdim. Annem ikide bir “hocanın vurduğu yerde,gül biter” diyordu. Hocamızdan hem korkar, hem sayardık. Gittim beni karşısına aldı “bak yavrum. Sen, bu kemalden neler çektiğimizi biliyorsun. Yengen hep seni sorup durdu. Biz seni evladımızdan daha çok severiz . hadi eve git. Yengen seni istiyordu. Bir daha da benden habersiz kim çağırırsan çağırsın Neşideye falan gitmek yok” hocamın böyle gönlümü alması,hoşuma gitti. O da haksızlığını anlamıştı. Neyse ,okulda bu olaydan sonra itibarım arttı. Herkes bana daha saygılı olmaya başladı. Hoca üvey oğlu kemali de bir tamirciye çırak verdiler. Hiç mi hiç okumaya niyeti yoktu. Hatta , elifba’yı bile sökememişti. Ben Kuran’ı Kerim’i ikinci kez hatmetmiş , üçüncüye başlamıştım. Hoca, sırasıyla her gün bizi Kuran’ın yüzünden okuturdu. Ezberletmezdi. Kuran dersimiz bitince , levhalarımızı çıkarır ,hesap derslerine başlardık. Bu toplama(cem),çıkarma (tarh),çarpma (darp) dan ibaretti. Kerat cetvelinide ezberledik. Sonra, yazı derslerine başlardık. Defter masrafımız olmasın diye yazılarımızı levhalarımıza yazardık. Yazı tahtamız yoktu. Sıra mı? Ne gezer,herkesin minderi vardı.

reklam