19 Kasım 2011 Cumartesi

Babamı isterim 3


Korktuğumuz başımıza geldi. Fikriye 4 yaşında var yok. Sen 2 yaşındasın. Sabriye daha o zaman karnımda. Bizimkini kışkırtmışlar. Belediye kahvesinde Ermeniler başta gavurlar dinimize her gün küfür ediyorlarmış. Dillerine geleni söylüyorlarmış. Ne Kemal paşa kalıyor,ne başkaları.Babanıza bunları ulaştıranlar “çavuş ne yapacağız? Bunlara haddini kim bildirecek? Bu durumları görmemek için savaşmadık mı?” derlermiş. Her gün yeni bir şımarıklık olmaya başlamış. Kimse çıkıp bir şeyler söylemiyor. Babanız doldukça doluyor. Nihayet dayanamıyor. Tek başına gidip belediye kahvesini basmış. Kahveyi dağıtmış. İçi tıklım tıklım. Hepsi içiyorlarmış. Bıçaklarını çıkarıp masaların üstüne saplamışlar. Arada da havaya tabanca sıkıyorlarmış. Tam bu sırada kapıyı tekmeleyip içeriye dalmış. Hepsine birden söğmüş. Haçlarına,saliplerine, papazlarına, cumhur başkanlarına en ağır hakaretlerde bulunmuş. İçeridekilerin çoğu atlarına atlayıp,kaçmışlar. İçeride kimse kalmamış. Karşı koyan da olmamış. Bu sırada polisler sarmışlar etrafını. Polis İlya onu teslim almak istemiş,babanıza çekmiş bıçağını birkaç kere saplamış “isterse öldürürdü” diyorlardı. İyi ki öldürmemiş. Yoksa ,onu ipte sallandırmak için can atıyorlardı. Çokları zaten fırsat kolluyorlardı. Böyle yaparak onu tuzağa düşürdüler. Alıp milis çukuruna atmışlar. Kimse gidip sahip çıkmıyor.
-ana milis çukuru nasıl bir yerdi?
-nasıl olacak. Allah düşmanımı düşürmesin. Hela çukuru gibi bir şey. Oraya attıklarını öldürmek için atıyorlarmış. Zaten ayağı yaralı. İlya kafiri tabancasını boşaltmış. O yaralı halinde acımadan atmışlar çukura. Şimdiki hapishanenin arkasındaydı. Üstüne tahta koymuşlar. Zaman zaman gelip şeylerini (küçük abdest) yaparlarmış. Millet bunu duyunca galeyana geldi. Amcanı da yakalayıp hapsetmişler. Çünkü amcanız “ağamı vurdular! Onu yakalayacaklar!” diye boydan boya çarşıyı ayağa kaldırmış. “sen halkı galeyana getirdin. Suçlusun” diyerek onu da tutukladılar. Ben kadın başımla ihtiyar ninenizle yine kaldım mı ortada? Kadınım elim kolum bağlı. Mahkemelerine bile gidemedim. Burada mahkeme olmasını istemediler. Çok kalabalık oluyormuş. Kaçırılacak diye korkmuşlar. Milliyetçi ağalar yardımcı oldular. Halk çok galeyana gelmişti. Onun için Halep’e götürdüler. Haberimiz neden sonra oldu! Dert üstüne dert. Sizi bu hale getirinceye kadar ben neler çektim..
Biz çocuk aklımızla bu olayları yorumlamaya kalkar, kendi aramızda tartışırdık. Bir gün amcam “Kemal’i hazırlayın, babasına götüreceğim. Ağam kaçtır mektup yazıyor. Bir türlü götürmek kısmet olmadı. Yarın sabah erkenden yola çıkacağız.” Deyince, dünyalar benim oldu. O sıralar 6 yaşındaymışım, Halep neresi, nasıl gideceğiz, bir şey bildiğim yok. O zamanlar yerli karoseri daracık otobüsler vardı. Eski at arabacılar, kamyonları otobüse çeviriyorlardı. Bizde, otobüse makine derler. İşte böylesine daracık,eski,harap bir makineyle yola çıktık. Otobüsün üzerine yük ve yolcu alıyorlar,yollarda indirip bindiriyorlardı. Mevsimin ilkbahar olduğunu,çuvallar dolusu yeşil erik yüklediklerinden anlıyorum. İlk defa böyle bir yolculuğa çıkıyordum. Hayalimde canlandırdığım baba mı görecektim. Halep’i görecektim. Halep şöyle, Halep böyle, tıpkı bir masal gibi anlatmışlardı. Kocaman saat kulesi varmış. Görenler anlattıkça Halep gözümde bir efsane kenti gibi canlanırdı..
Yüz kilometrelik yolu,ancak akşama doğru bitirdik ve Halep’e vardık. Her halde bir hana yerleştik. Avlusunda attan, eşekten, deveden adım atacak yer yoktu. Deveyi nadiren de olsa görmüştüm. Çarşıya indiğimde, katar halinde geçişlerini hayretle izlerdim. Sabah olunca “haydi kalk bakalım şimdi babana gidiyoruz. Onu görünce sakın ağlama emi” dedi amcam. Hemen sevinçle kalktım. Şetariye entarimi giydim. Şetariye ipekli ve yollu bir kumaştı. Parlak rengi göz alıcıydı. İlk defa,babama gideceğim için özel olarak dikilmişti. Ayağıma sandal almışlardı. Kıyafetim bana göre bayramlık sayılırdı. Bir büyük binanın önünde beklemeye başladık. Ana baba günü sanki. Çok kalabalık vardı. Mahkumların aileleri gelmişler içeri girmek için sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Başları Agel ve Hataylı bedevi Araplar,aşiret giysileri içinde kadınlar,çocuklar,ellerinde getirdikleri her çeşit hediyelerle bir panayır görünümündeydiler. Bütün bu kalabalığı, binaları,büyük bir hayretle izliyor,amcama,soru üstüne soru yağdırıyordum. Zaman zaman azarlandığımda oluyordu. Ama unutup yine soruyordum. Neyse,bizimde sıramız geldi. Jandarmalar üstümüzü başımızı aradılar. Bizi öyle içeriye aldılar. Demir parmaklıklar,kapıların gürültüyle kapanması,beni iyice korkutmuştu. Çok gürültü vardı. Kimin ne söylediği anlaşılmıyordu. Karşılıklı konuşanlar habire bağırıyorlardı. Bu durum karşısında serseme dönmüştüm. Amcam babamın adını verdi “kamil Arafet çavuş” birkaç kere bağırdılar. İsmi okunanlar geliyorlar. Amcam gardiyana Arapça bir şeyler söyledi,eline de bir sekizlik tutuşturdu. Adam parayı alınca, kapıyı açıp beni aralığa saldı. O sırada,babam gelmiş. Ben onu tanımıyorum. Amcam bağırıyor “kemal bak,bak oğlum. O senin baban. Hadi elini öpsene” deyince koştum babama sarıldım. Ama demir parmaklıklar engel oluyordu. Ağlayacağım ,ağlayamıyorum. Boğazıma bir şeyler oluyor. Amcam “sakın ağlama” demişti ya. Ağlayamamak ne kötüymüş meğer. Babamın gözünden akan yaşlar,yüzümü ıslatmıştı. Bana hep bir şeyler soruyordu. O ,ne söylerse söylesin,ben “ÇIK” diyormuşum. Her halde şaşırdığımdan olacak. Bir süre sonra vakit doldu. Bizi zorla çıkardılar. Kimse çıkmak istemiyor. Gardiyanlar azarlıyorlar,kadın, çocuk demeden ite kaka çıkarıveriyorlardı. Sonra Halep’in çarşısını gezmeye başladık. Cami Zekeriya diyorlar, kocaman bir camiyi de gezdik. Avlusunda güvercinler vardı. En çok bunu, bir de saat kulesiyle tatlıcı dükkanında yediğim içi kaymaklı şebiyet tatlısını ve mor renkli marulları, hala dün gibi anımsarım. Halep denilince gözümde bunlar canlanır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

reklam