19 Kasım 2011 Cumartesi

Çıraklık dönemi


1937 sıralarıydı, mobilya çalışanları ücretlerinin azlığından yakınıyorlardı. Sonunda bir karar alındı. O zamanlar her ne kadar sendika falan yoksa da gizlice işçiler gece bir evde toplandık. Toplantı bizim evin arkasında geniş bir evde yapıldı. Kimseler konuşmayınca, ben atıldım “arkadaşlar, ustalar hakkımızı yiyor!iki senedir çalışıyorum. Aldığım haftada 15 kuruş. Eğer direnirsek bu haksızlığı önleriz.” Bu benim konuşmalarımdan cesaret alarak birkaç kişi daha konuş neticede grev yapmaya karar verdik. Ertesi günü işe gitmedik. Ustalar pek telaş etmiyor görünüyorlardı ama,grevimizi bozmak için el altından çalışıyorlardı. Hatta bir de toplantı yaptılar. Birde baktık ki, büyük kalfalardan bir kaçı iş başı yapmış. Bunu gören diğerleri de teker teker işbaşı yaptılar.ta o zamanlardan insanların şahsiyetsizliklerine şaştım kaldım. Halbuki hepsi söz vermişlerdi. “Sonuna kadar birlikte dayanacaktık” istediklerimiz:ücretlerin adil bir seviyeye yükseltilmesi ve sabah saat 8’de işbaşı, akşam saat 7’de paydos gibi tabi haklarımızdı. Ortada bir ben kaldım. Sanki sadece ben başkaldırmışım gibi,hedef ben oldum. Ustam babamı buldurmuş “Kamil çavuş seni sever sayarız. Ama,oğlun ortalığı karıştırmasın. Gelsin işbaşı yapsın.”demiş. babam bana çıkıştı “haydi yarın işbaşı yap!” yapacak bir şeyi olmayan insanların sıkıntısı içinde gittim işbaşı yaptım. Ustalar bana hep düşman gibi bakıyorlardı. Selamımı bile durgun alıyorlardı. Meğer, benim yaptığım konuşmayı gelip ustalara yetiştiren bir ajan varmış. Bir gün çalışırken terledim, biraz nefes alayım diye dinleniyordum. Ustam da arkamda imiş. Hemen yetişti enseme bir tokat indirdi “ustalar demek hakkını yiyor öyle mi?haydi çalış. Niye duruyorsun?” diye bir hayli söylendi. İçimden bir isyan dalgası geldi geçti. Yüzüne karşı haykırmak geldi içimden. Ama, boşta kalmak vardı işin içinde. Ya da sanatı değiştirmek. İlk girdiğimde 1 frank haftalık vermişti. Sonra Abdurrahman isminde bir çırak daha geldi. İkimizi çağırıyordu “alın buda sizin” diyordu. O zamanlarda bile bu 5 kuruşun yarısı yüz paraya bir sinemaya bile gidemiyorduk. Etraftan bunu duyanlar hayret etmişti. Haftalık yüz paraya,evlerine koş,dükkanı erkenden gün doğmadan aç,temizle,tutkalı ısıt hazırla. Kalfalar geldiğinde tutkalı eritmediğimizi görünce onlardan birde azar işit. Yukarıdan aşağıya örülmüş bir zulüm zincirinin içinde bir şey yapamadan kıvranmak bizim kaderimiz miydi? Ta o zamanlardan ruhuma bir yara açılmıştı. Her yerde haksızlığa bir isyan, bir direnç yer etmişti. Ama, sonunda hep yenik düşen ben oluyordum. Ustamı hiç sevmedim,yengelerimi çok severdim. Bir anne gibiydiler, ustam iki evliydi. Hele çocuğu olmayan Nazime yenge beni bir evladı gibi severdi. Kuma olarak üstüne getirdiği kadından ustamın birkaç çocuğu oldu. Buna dayanamayan Nazime yenge birkaç sene sonra kahrından öldü. Allah rahmet eylesin.
Çocukluk anıları deyince akla neler gelir? Yıllar geçtiği halde hala unutamadığımız anılarımız vardır. Sünnet düğünleri ,Seyran’lar, Güveyi Cemiyetleri , Ramazan oruçları, Bayramlar, Teravih namazları , Kış geceleri “ Sıra”lar, akşamları evimizin yanındaki Köşe başında çocuklarla Gülle ve aşık oyunları, koşular. Bayramları el öperek harçlık toplamalar, Karagözler ve sonunda sinemalar. Hepsi çocukluk anılarımızın içinde dipdiri duruyor. Adeta canlı gibi. Sanki dün yaşamışız gibi.. Bu satırları ancak 57 yaşında kaleme aldığım şu sıralarda BİL onu yeniden yaşıyor gibiyim. Sanırım insanı insan yapan özelliklerden birisi de ömür boyu unutamadığımı acı-tatlı bu anılardır. En ufak bir olay bile “Hafıza bandımızda” canlı gibi durmaktadır. O eski günleri düşündükçe bazen içimde bir şeylerin “Cız “ dediğini duyar gibi olurum. Sonunda gençlik yılları,sanat hayatım, Fransızlara karşı yaptığımız mücadeleler, hepsi bir bütünlük içinde yerlerini koruyorlar. Birbirlerinden ayrılmadan bizimle birlikte yaşıyorlar. Geçmişte bıraktığımız her şey orada o anılarımızın içinde. Hata ve sevaplarımızla birlikte yaşıyoruz. Hatalarımı anılarımdan silmek istiyorum. Ama, bu mümkün olmuyor. Keşke güzel olanları kalabilseydi anılarımızın. Çoğu kez bunu düşünmüşümdür. Nolsaydı da güzel olan, iyi olan kalsaydı. Kaybettiklerimizi değil de kazandıklarımızı anımsayabilseydik? Yalnız kaldığımızda en çok bizi rahatsız edenler yitirdiklerimiz değimli? Neden? Niçin? Diye diye içimizi kemiren pişmanlıkları keşke hiç anımsamasak ama, bunda da Rabbimizin bir hikmeti var. Hem de pek çok..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

reklam