19 Kasım 2011 Cumartesi

Mutlak Oymacı olacağım


Biz konumuza dönelim..
Osmanlı yönetiminde azınlıkların özel okulları yoktu. Devletin zayıflamasından yararlanan azınlıklar,misyonerlerle işbirliği yapara Kolej’ler açılmaya başladılar. Azınlıklar çocuklarını bu okullara gönderirken,yerli kozmopolitleşmiş ailelerde yavaş yavaş çocuklarını bu okullara vermeye başladılar. Devletimizin bu çöküşünde bu yozlaşmış kimselerin etkisi küçümsenmemelidir. Milli ve manevi değerlerden yoksun olarak yetişen bu nesil,her yerde kendi insanına ters düşmüş,bir asalak olarak ülkeyi sömürenlerle işbirliği içine girmekten çekinmemiştir. Yıkılışımızın kaynağında bu da vardır. Bunları burada vurgulamamın bir çok nedeni var. Manda yönetiminin zulmüne uğramış bir ailenin evladı olarak bir diplomaya sahip olamamak önde gelir. Babamın kendini feda edercesine manda yönetimine karşı çıkması ve hapse atılması,benim resmi okula gidemememin bir nedenidir. Herkes küpünü doldururken,bizim aile yoksul kaldı. İçimde hala okuyamamamın bir sızısı yatmaktadır. Çocukluk hayallerim hep yeşermeden kurudu. Çevremizdeki ailelerin çocuklarına hep gıpta ettim. Bu bir kıskançlık değildi. Onlar gibi okuyabilmeyi düşledim durdum.peder hapisten çıktığında çok yalvardım “baba nolursun,beni okula ver” babam nedense buna hiç yanaşmadı. Belki, maddi imkansızlık,beklide medresede öğrendiklerimi yeterli buldu. Bir gün yine ısrar ediyordum “bre oğlum yaşın geçti. Hoca’da öğrendiklerin sana yetmiyor mu? Ne yapacaksın? Okuyupta minbere mi çıkacaksın?bu kadarı yeter”.çoğu kimselerin hiç okuyup yazması yok. Sen hiç olmazsa ,yazıp okuyorsun. Seni istediğin mesleğe koyacağım. Seç bakalım. Terzilik mi istersin,Neccarlık mı?”
Anladın ki,ısrar etmenin hiçbir faydası olmayacak. Çaresiz bir meslek seçmeye başladım. Terzilik isteyecek oldum “herkes hazır elbise giyiyor. Aç kalırsın” dediler. Bende rahat kolay olsun diye, bu defa “berber olmak istiyorum.” Dedim. Dememle birlikte kaşlar çatıldı,”hayır olmaz” dendi. Bu defa,annemde buna katıldı. Kala kala kunduracılık veya marangozluk kalıyordu. Kunduracılığıda onaylamadılar. “Kunduracılar çok içer. Çoğu kabadayılık peşinde. Emmi reşit’i görmüyor musun? Ya garip usta? Oda olamaz” dediler. Bize de marangozluk kalıyordu. Nasibimiz oymuş. Yıl 1936 idi..
Bu sıralarda on yaşındaydım. Mahallemizde oturan Ömerağa çeşmesinin ve sokağının üstüne beton atarak ev oturtan Urfalı Şemsi usta’ya çırak verildim. Dükkanı Ulu cami’ye çok yakındı. Karşısında bir Gaziantep’ten kaçarak buraya yerleşen Ermeni Yakup efendinin eczanesi vardı. Dükkanın sol köşesinde de Suphi Genco’nun atölyesi vardı. Onun üstündeki eski bir ev’de de,Ömer ustanın atölyesi vardı. Bir süre sonra Naci ve Mazlum kesen ustalarda sokağın az ilerisinde bir evi tutarak atölyelerini açtılar. Mustafa Kınay ustanın atölyesi de Dimitri’nin eczanesinin yanındaydı. O sıralar, mobilyacılık iyi bir gelişme göstermiş sayılırdı. Halep ve Beyrut mobilyacılıkta hayli ilerlemiş durumdaymış. Bazı zenginler bizim yaptıklarımızı beğenmezler,mobilyalarını Halep’ten ve Beyrut’tan getirirlerdi. Biz onların yaptıklarını hayranlıkla seyrederdik. Gerçekten de bizden ilerideydiler. Şemsi usta kendisi çalışmazdı. Şeyh köylü Kör Salahaddin ustayla iş ortağıydılar. Atölyede hiçbir makine yoktu. Her şeyi elle yapıyorduk. Lata’ları bıçkıcılar diliyorlar,istenilen kalınlığa göre çok düzgün kesiyorlardı. Bu bıçkıları nasıl tanımlasam?en kalın kütükleri bile ince tahtalar haline getirmekte hüner sahibiydiler. Bir kişi üstte,bir kişi altta öyle bir çalışmaları vardı ki,anlatmak kolay değil. Onları seyretmeye doyamazdım. Tempolarına hayran olmuştum. Bir saatin rakkası gibi bir aşağı,bir yukarı bıçkının gidip gelişi ve yerde toplanan talaşlardan etrafa yayılan ceviz veya çam kokusu mis gibi kokardı. Bıçkıcılık çok ağır bir işti. Onları gördükçe kendi işimizin zorlukları gözümde hafifliyordu. İstenilen kalınlıkta biçilen lataları kalıpla çizer, mengenede keserdik. Bu en ağır işlerden biriydi. Çizme işini fire vermemek için Salahaddin usta bizzat kendisi yapardı. Yapılacak koltukların kalıplarını da katalogdan kendisi çıkartırdı. Bu maharet isteyen bir işti. Onu dikkatle izlerdim. Benim kendisini izlememden hoşlanır, bana bilgi verirdi. Onu çok severdim. Çok iyi kalpli bonkör bir insandı. Çırakların bir görevi de ustaların ev işlerine bakmaktı. Yani,işimiz iki yönlü idi. Bazen kalfaların evine,bazen ustaların evine günde birkaç kez gittiğimiz olurdu. Henüz yani çırak girdiğim günlerdeydi, Salahaddin usta bir sepet kara incir almıştı. O zamanlar kentin çevresi hep incir bahçeleriyle dolu olduğu için incirlerin sepeti 5 kuruştu. Usta beni çağardı “al bunu bizim eve götür. Yolda da yiyebildiğin kadar ye” dedi. İnciri çok severdim. Yolda giderken bir taraftan da yiyordum. Ustanın evi Selamet mahallesindeydi. Köprübaşından lisenin yanındaki futbol sahasının karşısına düşüyordu. Eski belediye reislerinden Kel Süreyya’nın evinin arkasına düşer. Süreyya beyin evinin yanı da incir bahçesiydi. İncirleri görünce dayanamazdım. İncir zamanı usta beni eve göndersin diye gözünün içine bakardım. Bahçesinin bekçisi de vardı. Adam oldukça meraklıydı. Her çeşit meyve ağaçlarıyla donatmıştı bahçesini. Ağaca çıkmasını iyi bilirdim. Altında durmaz hemen ağaca tırmanırdım. Ondan sonra ye memet ye.. hani eve incir sepetini götürmüştüm ya, ertesi günü usta beni çağırdı “sana bir şey soracağım. Merak ettim. O kadar inciri sen mi yedin? Yoksa arkadaşlarına mı yedirdin?”şaşırmıştım. gerçekten de ben yemiştim. Ama, ben yedim dersem,o kadar inciri yediğime anlaşılan inanmayacaktı. Çünkü sepeti yarıya indirmiştim. Çocukluk mantığı hemen aklıma bir yalan geldi “yolda giderken top oynuyorlardı?onları seyrederken sepete top çarptı,döküldü.” Deyince “ha,yahu. Bende o kadar inciri bu çocuk nasıl ye,diye şaşırdım. “ dedi. Ben içimden sevindim. O oldu,usta bir daha incir aldığında bana “ye” demedi. Gözü korkmuştu adamın. Sonraları biz eskimeye başladık. Yeni çıraklar geldikçe ağır işleri onlara yaptırırdık,biz ense yapardık. Dükkanımızın bitişiği eskiden sabunhaneymiş. Bizim zamanımızda pek çalışmıyordu. Sabunilerindi. Baktılar ki boş durması iyi değil yavaş yavaş sağından, solunda, kıyısından,köşesinden kiraya vermeye başladılar. Keresteciler, doğramacılar tuttular. Şimdi mobilyacılar çarşısının en kalabalık bölümü teşkil etmektedir. Tutkalları sokağın içinde eritirdik. Halk bizi belediyeye şikayet ederdik. Bir süre sonra biz yine bildiğimizi okurduk. Bazen iyi yakamaz, etrafı dumana boğardık. En sevmediğim iş sistire ve zımpara işiydi. İlkin bunları öğrendik. Sonraları cila işlerini öğrenmeye başladık. Cila işini çok severdim. Mat bir yüzeyi giderek parlatmak hoşuma giderdi. Birde,cila işlerini Ulu cami’nin avlusunda yapardık. Tüm çarşı hava açık olduğu zaman cila işlerini burada yaptırırlardı. Toz yoktu. Zaten dükkanlarda dardı. Ya sokakta, yada camide yapardık cila işlerini. O sıralar adeta bayram ederdik. Komşu çıraklarla ahbaplık etmek vardı işin içinde. Birde, aramızda yarışırdık. “ben senden ustayım. Bak benim yaptığım daha parlak. Sen daha bir fırın ekmek yemelisin” der,arkadaşlarımızı kızdırırdık. Bazen iş büyür ustalarımız işe karışır,hakem olurlardı. Suphi Genco ustada çalışan bir “ deve Mahmut” vardı. Çok haylaz bir gençti. Bizden büyüktü. Sık sık dükkandan kaçar,gelmezdi. İşte o zaman Suphi ustayı görmeliydiniz? Koskoca delikanlıyı bağırta bağırta falakaya yıkar eşek sudan gelinceye kadar döğerdi. Herkes seyre toplanır,kapının önü ana,baba gününe dönerdi. Bu defa toplananlara döner “ne bakıyorsunuz bre. Ayı mı oynatılıyor. Yalla siğirdin” diye çıkışırdı. Bazen elindeki sopayla gitmeyenler olursa üstlerine yürürdü. Ama,deve Mahmut bu dayaklara rağmen birkaç gün sonra yine sırra kıdem basardı. Onun gelmediğini dükkandan kaçtığını görünce ertesi günü kopacak kıyameti merakla beklerdik . yan gözle Mahmut geldi mi, gelmedi mi, diye bakar, adeta gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Mahmut’un bu haşarılığına karşın babası ,namazında,niyazında sessiz bir insandı. Meydanda zahirecilik yapardı. Sonraları, Mahmut memleketin namlı bir kabadayısı oldu çıktı.
İlk zamanlar eski lonca devrinden kalma bir adet vardı. Sabah duası… bu duayı her sabah dükkanlar açılırken, çarşının ortasına duran bir usta yapardı. Çoğur, çiçekbozuğu bir adamdı. Onun güneş doğarken yaptığı bu dua beni çok etkilerdi. İlkin “euzu besmele” çeker, arkasından Arapça bazı dualar okurdu. Bazı dükkanlarda da asılı birkeç levha bulunur , buralarda çoğunlukla “her seher besmeleyle açılır dükkanımız/habibinneccar pirimiz üstadımız” veya “el-rızki teallah” vs. yazardı. Çarşımızın birde “yiğitbaşısı” vardı. Her mesele ona danışılır, problemleri o çözümlerdi. Ak sakallı şişmanca ,yaşlı bir adamdı. Hariri ailesinden tatlı bir ihtiyardı. Masmananın yanında dükkanında yüksekçe bir yerde minderin üzerinde oturur,ğellesni bir yastık kullanarak öğleyin şekerleme yapardı. Onun o tatlı hali hala gözlerimin önündedir. O da son Osmanlı gibi çekilip gitti. . Allah rahmet eylesin..
Antakya esnaf ve sanatkarlığın bolluğuyla ün yapmış bir kentti. Halkın çoğu esnaftı. Her meslekten insan “en iyisini yapmak” için yarışırdı. Kunduracıların,terzilerin,marangozların(Neccar) içinde şöhreti dillerde dolaşanlar vardı. Bizim içinde en sanatkar insan çökelekçi Mustafa (Kınay) ustaydı. Çok titizdi. Sonraları Naci Heser usta şöhret oldu. Çok dinamik ve zeki bir insandı. Kardeşi mazlum ustayla Adana’da uzun zaman kalmışlar sanatlarını ilerletmişlerdi. Geldikleri zaman yaptıkları yenilikleri hayranlıkla izlerdik. Bizim atölyede çoğunlukla “köylü işi” denilen üstü sorguçlu basit oymalı aynalar ve 120’lik dolaplar (Gardrop) yapılırdı. Bazen seri halde masif koltuklarda yapardık oymaları Salahattin ustayla onun yetiştirdiği Osman saplama kalfa yapardı. Onların oyma yapışlarını dikkatle izler öğrenmek isterdim. O zamanlar çıraklık uzun bir zaman alırdı. Hemen gelir gelmez adama her şeyi öğretmek yoktu. Bazen canıma tak ediyor, babama “ baba beni usta şemsinin yanından al. Ya Naci ustaya yada Mustafa Kınay ustanın yanına koy” diye yalvarırdım. Babam Salahattin ustayla iyi anlaşıyordu. Ona söylüyordu. Ama pek değişen bir şey yoktu.
Bu sıralarda oymacı Ekrem usta diye birisi çıkageldi. Oyma üzerine gerçekten sanatkardı. Kısa zamanda ünü çevreye yayıldı. Arbesk sehpa takımı yapıyordu. Bu takımlar on altı köşeliydi. Kufi yazılarla ve arabesk denilen hendesi (geometrik) şekiller hayranlık uyandırıyordu. Hangi atölyenin işini almışsa o atölye ona dükkanında bir yer gösteriyor, Ekrem ustada özel oyma tezgahını oradan oraya taşıyıp duruyordu. Nerede çalışıyorsa bir fırsatını bulup onun nasıl oyma yaptığını görmek istiyordum. Ben yanına gelince hemen elindeki İskarpela’yı bırakıyor,beni sölrle oyalamaya bakıyordu. Sanatını öğrenmemizden korkuyordu. Buna rağmen ben ve başkaları ondan bir şeyler kaptık. İş pratiğe kalıyordu. Baktı ki sanat elden gidiyor, bir ev tuttu orada çalışmaya başladı. Ama, unuttuğu bir şey vardı. “göz hırsızdır. Çalar.” Diye boşuna dememişler. Sağda solda ona taklit rakipler türemeye başladı. Ben bile fırsat verilse oyma yapabilirim gibi geliyordu bana. Nitekim kafama koymuştum “Mutlak Oymacı olacağım” diyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

reklam